Tarihin Armagani

26.9.03

Leodikya

Denizli sýnýrlarý içinde, bir antik kent gün yüzüne çýkmaya baþlýyor. M.Ö. 3.yy.’da kurulan, iki yüz yýl sonra Anadolu’nun önemli kentlerinden biri haline gelen Roma kenti Laodike, kendi döneminin tekstil ve moda merkeziymiþ. Düzenlenen gladyötör dövüþleri, kente ayrý bir ün daha kazandýrmýþ. Leodikya’yý, ünlü devlet adamý Cicero’nun ve imparator Hadrianus’un ziyaret ettiði biliniyor. Büyük depremler yüzünden yok olduðu tahmin edilen kentin tamamen ortaya çýkmasýnýn 500 yýl sürebileceði söyleniyor. Denizli’de valilik, Pamukkale Üniversitesi ile Denizli Basma ve Boya Sanayii’nin ortak çalýþmasýyla yürütülen kazý çalýþmalarý kentin üç ana noktasýndan baþlamýþ ve ilk olarak hamam ve bazilikaya ait ayaklar ortaya çýkarýlmýþ durumda.

5.8.03

Tankların Altında Ezilen Tarih

Savaş tarihi, talan etmenin, muzaffer tarafın doğal hakkı gören yağma hikayeleriyle dolu. Hükümdarlar ve komutanlar savaş başlamadan önce askerlerini heveslendirmek için düşman saflarının gerisinde ne büyük zenginliklerin saklı olduğunu anlatırlardı. Zafer kazanılması halinde bunların tümünün sahibi olacaklarına inandırılırdı askerler. Pek çok kent, aynı hevesi taşıyan ordular tarafından, asırlar boyunca defalarca işgal edildi., yağmalandı. Bu yağmalarda, insanlardan sonra en büyük zararı, kültürel ve tarihsel kimlikleriyle, kentler aldı.

Tarihin kaydettiği en büyük kültür yağmacılığının kahramanı Sezar’dı. İskenderiye’yi fethettiğinde akademi ve kütüphaneyi tamamen yaktırmıştı. Roma ordularının ateşe verdiği 700 bin eserlik kütüphanede, dünyanın dört bir yanından taşınmış, dilleri bile henüz çözülmemiş, çok değerli ve bir daha bir araya getirilemez kaynak kitaplar vardı.

Tanık olduğumuz son örnek ise Irak Savaşı’nın ardından yaşananlar. İlkin yerli halkın başlattığı yağmaya tanık olduk; ardından, evlerine dönen Amerikalı askerlerin bavulundan çıkan değerli yapıtlara.

Bağdat, 1958’de krallığın yıkıldığı günden başlayarak, her askeri darbede talan edilmiş bir kent. O zaman da arabasını, kamyonunu kapan, saraylara ya da üst düzey yöneticilerin oturdukları mahallelerde almış soluğu. Kral Faysal’ın makam odasındaki koltuğun üzerine postal asılırken saray kasaları tamamen boşaltılmış, para eder her türlü eşya, ciplerle kaçırılmış. Bir de madalyonun öteki yüzü var: İşgalci güçler tarafından zarar verilen tarihi ve kültürel varlık.

Irak, en eski uygarlıkların yerleşim gösterdiği, tarihi açıdan önemli antik kentlere ev sahipliği yapan bir ülke aynı zamanda:

Asur şehirleri Ninova, Musul, Aysur, Erbil ve Nemrud. Erbil’de 5000 yıllık yaşam izleri bulunuyor.
Asma bahçelerini kurduran Kral Nebukadnezar seçtiği başkent, Babil.
Sümer kentleri Nippur, Uruk ve Ur.
Hz.Hüseyin’in mezarının bulunduğu Kerbela. Hz.Ali’nin mezarının bulunduğu Necef.
Tarihe Adem’in ağacının bulunduğu cennet bahçesi ile geçen, Basra.
Çok önemli İslam yapıtlarının bulunduğu, Samara.
Ve kent içindeki Abbasi sarayları dışında, çok önemli eserleri bir araya getiren ulusal müzesiyle, Bağdat.

Bundan önceki savaşta, 1991’de, Bağdat dışında, Musul, Samara, Kerbela, Basra ve Ur kentleri de bombalanmıştı. İnsanlığın en eski kentlerinden Ur’da 400 top mermisi deliği ve bombaların yarattığı 4 krater oluşmuştu. Körfez Savaşı’nda Irak müzelerinden çalınan tarihi eserlerin ise 3500 ile 4000 arasında olduğu belirtiliyor arkeologlarca. Öyle ki Irak’tan çalınanlarla, tarihi eser piyasasında “Asur modası” görülmüş o zamanlar. M.Ö. 2000’lere ait bir Mezopotamya mührü internet aracılığıyla 51 dolara satılırken, çivi yazılı tabletler de 1000 doların altında pazarlanmış.

Savaşın ardından, Bağdat’taki Irak Müzesi’nden çalınan ya da kaybolan eserlerin neler olduğu belirlendi ve yayınlandı. National Geographic dergisinin Temmuz sayısındaki haberine göre, Nisan başında yağmalama olaylarının görüldüğü o üç gün içinde kaybolan tarihi eser sayısı onbinleri buluyor. Bunlar içinde çiviyazılı takvim, cami kapısı, kral heykelleri gibi eserler var.

Irak’ta çalışan arkeologlara göre, aslında antik Irak kentleri iyi korunmuş durumdaydı; ama üzerinden zırhlı araçların geçişini kaldıracak kadar değil. Pek çok çatışmanın ve tank trafiğinin ortasında kalan Ur kenti yakınında 3300 yıllık saban izleri ile küçük su kanallarının yanında bulunan küpler artık yok. Gün yüzüne çıkmamış pek çok eser de tanklar tarafından ezilmiş olabilir. Müzeden kaybolan eserlerin bir kısmının da özel kolleksiyonlara satılmış olma ihtimali var.

Bilimciler ve konuyla ilgili yetkililer, Irak Müzesi kayıtlarını yeniden oluşturmak üzere harekete geçti. Bir çok ülkenin müzecilerinden oluşan ekipler, Iraklı müzecilerle bir araya gelerek nelerin çalındığının kesin ve resimli bir envanterini çıkardı. Bu liste İnterpol’e, emniyet güçlerine, müzelere ve sorumluluk sahibi galeri yöneticilerine dağıtıldı.

Bu konuda bir katkı da National Geographic dergisinden geldi: National Geographic Society, uygarlıklar tarihinin risk altında olduğu bölgelerde “Dünya Kültürleri Fonu”nu kurdu. Fonun ilk projelerinden biri, Irak’ın kültürel zenginliklerinin son durumunu belirlemek için arkeolog Henry Wright’ın başlattığı keşif seferi. Fona bağış yapmak isterseniz, www.nationalgeographic.com/help adresinden online bağış yapabilirsiniz.


25.7.03

Hitit Uygarlığı

Anadolu’nun bilinen en eski adı “Hatti ülkesi”ydi. Hititler, bir görüşe göre Kafkasya’dan, diğer görüşe göre Avrupa’dan gelip bu topraklara yerleştiler ve Hatti ülkesinin bütün kültürünü benimsediler. Hitit devleti için bu hep böyle oldu: Hangi ülkeyi işgal ettilerse, o ulusun kültürünü ve tanrılarını kendi değerlerine kattılar. Onlara bu yüzden “1000 tanrılı uygarlık” deniyor.

“Tarihin ilk dünya savaşı” diye nitelendirilen büyük çarpışma, Mısırlılarla Hititliler arasında olmuştu. M.Ö.1286’da Suriye’de Kadeş ovasında yapılan savaş, on altı yıl sürmüş ve tarafların birbirini yenememesi ile sonuçlanmıştı. M.Ö. 1269’da yapılan Kadeş Antlaşması “tarihin ilk barış antlaşması” olarak anılıyor. Hititlerin çiviyazısı ile kil tablete kaydettikeri antlaşmanın aslı Ankara Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nde. Bir kopyasıysa, dünya uluslarının barış içinde yaşama ülküsüne atfen, New York’taki Birleşmiş Milletler binasının girişinde bulunuyor.

Bundan yaklaşık 4000 yıl önce Eski Tunç çağında yaşamış bir uygarlık Hititler. Yükseliş ve düşüş dönemleriyle 800 yıl boyunca tarih sahnesinde kalmış. Dilleri Hint-Avrupa dil ailesinin en eski örneklerinden. Bu nedenle Anadolu’ya Avrupa’dan gelmiş olabilecekleri ihtimali daha güçlü. Kullandıkları yazıysa, çivi yazısı ve hiyeroglif olmak üzere iki tane. Resmi tabletler hep çivi yazısı ile kaydedilirken, şekillerden oluştuğu için anlaşılması daha kolay olan hiyeroglif, kamuoyuna hitap eden anıtlarda kullanılmış daha çok. Anıtsal nitelikte ilk heykelleri yapanlar da Hititliler.

Hititlerin etkileyici başkenti Hattuşa ile diğer kentleri Alacahöyük ve Şapinuva, Çorum ili sınırlarımız içinde kalıyor.

Çorum’un Ortaköy ilçesinde, Hititlerin ikinci başkenti olan Şapinuva’da yapılan kazılarda, Fırtına Tanrısı Büyük Kral Teşup’a ait olduğu tahmin edilen 400 metrekarelik bir saray ortaya çıkarıldı. Bu sarayın Hititlerin dini törenlerinde kullanıldığı düşünülüyor. Yapıda ayrıca Hititlerin büyük önem verdiği temizliğe işaret eden bir havuz var. Kazı başkan yardımcısı Ankara DTCF öğretim üyesi Dr. Mustafa Süel buluntuları nasıl değerlendirdiklerni şöyle anlatıyor: “Muhtemelen dini tören öncesi ayine katılanlar bu havuzda temizleniyordu. Burda bulunan bronz silahların üzerinde çivi yazısıyla “Lugal Gal” yani “Büyük Kral” yazıyor. Yani bu silahlar krala ait ve savaşlarda kullanılmıyor. Kral Teşup’un aynı zamanda Hitit dünyasının koruyucusu Fırtına Tanrısı olma unvanı var. Bunlar bize yapının Hitit kralına ait dini törenlerde kullanılan bir saray olduğunu düşündürüyor.”

15.7.03

Ayasofya

532 yılında Bizans imparatoru Jüstinyen tarafýndan yaptırılan; İstanbul’un fethinden sonra cami haline getirilen; 1934’te Atatürk’ün emriyle müze yapılan Ayasofya, dünyanın ayakta kalan en büyük tapınağı olarak kabul ediliyor.

10 bin işçi ve 100 usta, yapının büyüklüğü düşünüldüğünde, hayli kısa sayılabilecek bir sürede, beş yılda tamamlamışlar Ayasofya’yı. Açılışı çok görkemli olmuş. İmparator Jüstinyen yaptırdığı kiliseye öyle büyük önem atfediyormuş ki, açılışa “zafer arabası” ile gelmiş. Kudüs’teki Hz.Süleyman tapınağını kast ederek “Ey Süleyman, seni geçtim!” dediği rivayet edilir.

“Aya” ön-adı azizeleri ifade etmesine rağmen, Ayasofya’nýn ismi bir istisna: “ilahi hikmet” anlamına geliyor. Jüstinyen, ilahi hikmete yakışır bir kilise inşa edilmesi için Bizans’ın tüm eyaletlerine ulaklar göndererek bütün değerli mimari parçaların İstanbul’a gönderilmesini emretmiş. Böylece dört bir yandan antik eser akmış İstanbul’a, Ayasofya için. Efes’teki Artemis tapýnağından getirilen ve bugün de Ayasofya’nın o büyük kubbesini taşımaya devam eden yeşilli-beyazlı mermer sütunlar gibi.

Bu ünlü ve görkemli tapınağın müslümanlarýn eline geçmesi, İstanbul’un artık Osmanlıların olduğu gerçeğni vurgulaması bakımından hayli önemli kabul edilmiş. Öyle ki Ayasofya’yı cami haline getirmek, fetihten sonra, İstanbul’da yapılan ilk iş olmuş.

Ve sonraki padiþahların da gözbebeği olmaya devam etmiş Ayasofya. Dört minaresinden ilkini Fatih; ikincisini II.Selim ve diğer ikisini III.Murat yaptırmış. Mihrabın iki yanını süsleyen dev kandiller ise Kanuni Sultan Süleyman’ın hediyesi; bir zafer dönüşünde, ganimetin en değerli parçaları olarak.

Ayasofya’yı en güzel anlatanlardan biri, yapıyı 19.yy. başlarında ziyaret eden Edmonde de Amicis :

“St.Pierre’den sonraki en büyük mabettir bu. Üzerine, bir sürü büyük pencereden ışık selinin indiği kocaman bir boşluk, havada asılıymış gibi duran kubbelerden meydana gelmiş cesur bir mimari; dev kemerler; koca koca sütunlar; galeriler; revaklar… tüm bunlar mukaddes olmaktan çok tiyatrovari ve muhteşem bir þey.

Yapının ilk harikası, büyük kubbedir. Madame de Stel’in St. Pierre’in kubbesinden söz ederken dediği gibi “insan, başının üstüne asılmış bir uçurum gördüğünü” sanır.

Camiyi anlamak için üst kattaki galeriye çıkıp parmaklıkların üzerinden aşağıya eğilmek gerekir. Bütün büyüklüğü o zaman kavrarsınız. Bu kadar yükseğe çıktığınıza inanamazsınız. Bergama küpleri, mihrap kandilleri, …. pek çok şey fevkalade küçük gelir. Ayasofya camiinin bir özelliği yine burdan iyi görünür: Yapı, müslümanlarýn namaz kılarken yüzlerini dönmek zorunda oldukları Mekke yönünde olmadığı için, bütün hasırlar ve halılar yapıya göre eğri yerleştirilmiştir. “

Atatürk ve Anıtkabir

“Atatürk, a military hero, formed surging nation!”.
“Askeri bir kahraman olan Atatürk, coşkulu bir ulus yarattı.”
New York Times gazetesinin 10 Kasım 1938 sayılı baskısının manşeti.

Tan Gazetesi, haberi, “Babamızı Kaybettik” başlığıyla verirken, Ulus gazetesi
“Kurtarıcın ve büyük evladını kaybettin. Türk Mileti, sen sağol! Şimdi vazifen onun eserlerini ebediyyen yaşatmaktır.” ifadesini kullanmış. Aynı gazetenin bir gün sonraki ilk sayfasıysa şöyle: “Mebuslar Atatürk için beş dakika sükut ettiler, bu müddet zarfında sadece hıçkırıklar işitiliyordu. İsmet İnönü ittifakla ve alkışlarla Cumhurreisi seçildi.”

10 Kasım 1952’de Atatürk’ün naaşı Etnografya Müzesi’nden Anıtkabir’e nakledileceğinde, vefatının üzerinden 14 yıl geçmiş olduğu halde, yurdun her yanından 40 bin kişi törene katılmak için Ankara’ya akar. Bunlardan biri de bir sanat emekçisidir :

“İstanbul Şehir Tiyatroları Müdürlüğü’ne,

10 Kasım 1952’de Ankara’da icra edilecek olan, Atatürk’ün Anıtkabir’e nakli merasiminde bulunmayı candan arzu ettiğimden ve yirmi yedi senelik çalışma müddetim zarfında ilk defa izin talep ettiğimden 8 Kasım 1952 tarihinden 12 Kasım 1952 tarihine kadar mezuniyet verilmesini saygılarımla rica ederim.

Hamdi Şarlıgil, Aksesuvarist”


Proje yarışması 1941’de açılan Anıtkabir’in mimarları Emin Onat ve Orhan Arda oldu. İkinci Dünya Savaşı’nın en sıcak günlerine denk gelen yarışmaya 47 eser katılmıştı. Alman Johannes Kruger ve İtalyan Arnaldo Foschini’nin projeleri ile birlikte finale kalan üç eser içinden seçilen Emin Onat-Orhan Arda ortak projesinin temel atma töreni 1944’te yapıldı. Anıtkabir, üzerinde bir gözlem istasyonu olduğu için o zamanki adı Rasattepe olan tepeye inşa edildi. Bu tepede, M.Ö. 12.yy.’da Anadolu’da yaşayan Frig uygarlığına ait höyükler vardı. Bu mezar yapılarının kaldırılması için arkeolojik kazılar yapıldı ve tümülüslerden çıkan eserler Anadolu Medeniyetleri Müzesi’ne yerleştirildi. Bugün hâlâ orada görülebilirler.

Yaşama veda ettiği Dolmabahçe Sarayı Atatürk’ün 1927’den itibaren kullandığı mekândı. Başkent Ankara’da olduğu için, İstanbul’da bulunduğu dönemlerde yabancı devlet adamlarını ağırlayabileceği en uygun yer, burasıydı. Dolmabahçe’nin bir başka özelliği, Osmanlı imparatorluğun son dönemlerinde kullanılan saray olması. Yükseliş dönemine evsahipliği yapan Topkapı Sarayı, gerileme döneminde yerini Dolmabahçe’ye bırakırken yeni Türkiye Devleti’nin Dil ve Tarih Kongresi, Tarih Sergisi gibi demokratik kültür hareketleri de yine burada yapılmış. Atatürk’ün bu sarayı çok sevmediği, kalmaktan çok hazzetmediği biliniyor. Fakat hastalığının son dönemini yaşadığı Dolmabahçe Sarayı, kendisini duygulandıran sevinçlere de vesile olmuş. Örneğin, Dolmabahçe sularından geçen genç Harbiyeliler, bir mecburiyetleri olmamasına rağmen yalıya iyice yaklaşarak onu selamlamış, sevgilerini göstermişler. Atatürk, bundan çok duygulanmış.
Versailles (Versay) Sarayı ile karşılaştırılan Dolmabahçe Sarayı’nı ziyaret ederseniz, Atatürk’ün çok sevdiği söylenen, dört mevsimin bir arada görüldüğü tabloyu da son nefesini verdiği odada görebilirsiniz.

Hitit Sarayı

Çorum’un Ortaköy ilçesinde, Hititlerin ikinci başkenti olan Şapinuva’da yapılan kazılarda, Fırtına Tanrısı Büyük Kral Teşup’a ait olduğu tahmin edilen 400 metrekarelik bir saray ortaya çıkarıldı. Bu sarayın Hititlerin dini törenlerinde kullanıldığı düşünülüyor. Yapıda ayrıca Hititlerin büyük önem verdiği temizliğe işaret eden bir havuz var. Kazı başkan yardımcısı Ankara DTCF öğretim üyesi Dr. Mustafa Süel buluntuları nasıl değerlendirdiklerni şöyle anlatıyor: “Muhtemelen dini tören öncesi ayine katılanlar bu havuzda temizleniyordu. Burda bulunan bronz silahların üzerinde çivi yazısıyla “Lugal Gal” yani “Büyük Kral” yazıyor. Yani bu silahlar krala ait ve savaşlarda kullanılmıyor. Kral Teşup’un aynı zamanda Hitit dünyasının koruyucusu Fırtına Tanrısı olma unvanı var. Bunlar bize yapının Hitit kralına ait dini törenlerde kullanılan bir saray olduğunu düşündürüyor.”

Troya

Çanakkale’de 1871 yılından beri süren Troya kazılarının 31.Dönemi tamamlandı (Aðustos 2002) Kazı başkanı Alman arkeleog Manfred Korfmann “Homeros’un destanını doğrulamak için çalışmıyoruz. Ancak bulduklarımıza göre Troya’da büyük bir savaş olduğu kesin.” diyor. Yüzyıllarca Yunan kenti olarak kabul edilen Troya’nın son yıllarda yapılan kazılardan elde edilen bulgularla Anadolu kenti olduğu kanısı güçlendi. Kanıtı, kazılarda bulunan bir mühür. Bu mührün üzerindeki dil Yunanca değil. Hititçenin Batı Anadolu’da konuþulan bir türü olan Luvi dilinde yazılmış bu mühür, Troya’nın Anadolu kenti olduğunu kanıtlayan ilk kanıt.

Schilemann'ın Troyası
...

TAY


Bir grup arkeolog tarafından hayata geçirilen, kısa adıyla TAY Projesi olarak anılan “Türkiye Arkeolojik Yerleşmeleri Projesi”, 1800’lü yıllardan bu yana yüzey araştırmaları ve kazılarla saptanmış bütün buluntuların kronolojik envanterini çıkarıyor sevgili dinleyiciler. Dört yıllık proje kapsamında yürütülen keşif gezileri ile arkeolog, topograf, fotoğrafçı ve filmcilerden oluşan bir ekip sistemli taramalar yapıyor.

Kurtarma çalışmalarına yol göstermek kadar araştırmacılar için yeni bir veri havuzu oluşturmak da amaçlandığından, bulguların CD ortamında sunulması projenin en önemli bileşeni. Aynı anda hem veri tabanını içerecek hem de fotoğraf, animasyon ve filmlerle desteklenecek olan 12 parçalık bu CD setinin hazırlıkları sürüyor.

TAY Projesi, internet sitesi aracılığıyla bir ülkenin arkeolojik envanterinin dünya paylaşımına açılmasının da ilk örneği. Bu önemli çalışmaya ilginizle destek olmak ya da yayınlarından edinmek isterseniz, Türkiye Arkeolojik Yerleşmeleri Projesinin web adresi, www.tayproject.org

İstanbul Dikilitaşı

3400 yıl önce Mısır’ın başkenti Teb’de, antik tarihin gelmiş geçmiş en görkemli tapınağı, tanrı Amon-Ra’ya adanan Karnak Tapınağı idi. Onun en gözde parçası da, yapımı yıllar süren bir obeliks, yani dikilitaştı. Bu dikilitaş, Karnak tapınağındaki yerine oturtulmasından yüzyıllar sonra, İstanbul’a getirildi. Bizans’ı kuran Konstantinus, İstanbul’u meydanlarını, egemenliği altında bulunan ülkelerden gelen anıt ve sanat eserleriyle süslemeyi seviyordu. Mısır’daki Karnak dikilitaşının İstanbul’a getirilmesi de bu yöndeki arzularından biriydi. Dikilitaşın üzerine, onu yaptıran Tutmosis’in pek çok ülkeye hâkim olduğunu, anıtı da bunu göstermek için yaptırdığını anlatan bir yazının kazınmış olması ironikti tabii. Bu bir yana, taşın, yüzlerce işçi-köle tarafından yerinden kaldırılıp, sığırlar yardımıyla ahşap kızaklar üzerinde kaydırılarak 300 km. uzaklıktaki Teb kentine ulaştırılması birkaç yıl sürmüştü; acaba İstanbul’a kaç zamanda gelebilirdi, ayrıca çok değerli bir eser kolayca gönderilebilir miydi? Konstantinus getirtmeyi başaramadı. Ondan sonraki imparator ise bu anıtı ancak İskenderiye’ye kadar taşıtabilmişti. Ondan da sonraki ise İskenderiyeli yöneticilere yazdığı mektupta şöyle diyor: “Karadeniz sularına kadar açılan gemilerinize ve sizlere cömertçe kucak açan bu kentin güzelleşmesinde, sizlerin de katkınız olması için bu yekpare taşı Konstantinapol’e göndermeniz yerinde olacaktır.” Ancak kayıtlar, dikilitaşın İstanbul’a ancak 379-375 tarihleri arasında, yani bu işe niyet eden Konstantinus’tan sonraki dördüncü imparator döneminde getirilebildiğini yazıyor. Hipodromun orta yerine dikilmesi de, yani sadece “yerine yerleştirilmesi”, tam 32 gün sürmüş.

İstanbul’daki, dünyanın beş büyük dikilitaşından biri. Diğerleri Paris, Roma, Londra ve New York’ta bulunuyor. Yapımı kadar seyahatlari de bir serüven olan bu eseri görmeden geçmeyin İstanbul’a gelirseniz. Sultanahmet Camii ve Ayasofya’nın da içinde bulunduğu tarihi üçgen içinde bulunuyor.